Arayışlar ve Sosyalist Mücadelede Tahribat

 Fırat ATABEY


 

Türkiye uzun bir süredir neoliberal politikalarla yönetiliyor fakat her zaman böyle değildi düzenin dışına çıkmış devrimci bir muhalefet Türkiye de gelişiyordu. Gelişen düzen dışı muhalefeti ortadan kaldırırken iktidar ve sözde muhalifler Türkiye içerisindeki işçi sınıfı ve onun etrafında şekillenmiş devrimci muhalefeti el birliğiyle gömdüler. 1970'lerde ise devrimci durumun kenarından, siyasal ve askeri müdahalelerle dönüldüğünü söylesek abartmış olmayacağımızı düşünüyorum. 1970’lerin başında dünya kapitalizmi verebileceği tüm tavizleri vererek bir dönüm noktasına geldi. Bunun sonucunda ya bir çözülüşü ya da bir karşı saldırıyı görecektik. Kapitalizm, bu krizden çıkışını neoliberal politikaların dayatılması sürecine girmekte ve hegemonyasını bu şekilde güçlendirmekte buldu. Dünya genelinde ilerici kitlelere karşı askeri müdahaleleri gördüğümüz tarihler tam da bu zaman aralığına gelir ki bu bir rastlantı değildir. Bu politik çizginin bir eklemi olan Türkiye sermayesi, vahşice saldırırken karakteri gereği sadece ekonomik alana değil, aynı zamanda insanlığın kazandığı en temel hak olan yaşam hakkına saldırmayı bir görev bildi ve işçi sınıfının kazanımlarını bir bir geri almayı sürdürdü. Çok genel anlamıyla neoliberal yükseliş, sözde özgürlük vadeden politikaların da üzerinde tepinerek sol liberallerin sistem içi çözüm arayışlarının sonunu ilan etti. Aynı zamanda bu neoliberal yükseliş saldırı sırasında oluşacak sınıfsal çelişkileri daha az görünür kılmak adına sosyal demokrasi ve benzeri uyutucu silahları kullanmaktan çekinmiyor, daha özgürlükçü, daha rahat yaşanacak bir düzen vadederek bir meşruiyet oluşturmaya çalışıyordu. En nihayetinde dünya özgürlük ve barış naralarıyla sokaklara dökülmüş insanlar tarafından sallanmaya devam ediyordu. Bir şekilde bu kitle sönümlendirilmeli ve büyük bir kısmı burjuva siyasetine ikna edilmeliydi. Kapsamı devrimci partilerden çıkartıp demokratik kitle örgütlerine indirgemek ve özgürlüğün yeniden tahsisi gibi demagojiler aracılığıyla kitleler silikleştirildi.

 

Bu noktada cuntanın kendisine yarattığı "meşruluğu" anlamak için, en azından Türkiye nesnelliğinde, darbenin hangi araçları kullandığını görmemizin bizim için faydalı olacağını düşünüyorum. Benzer örneklerde tarihe baktığımızda görüyoruz ki hükümetler her zaman meşruluk sorunu ile karşılaşmıştır.

Türkiye’de de faşist darbe sonrası bu sorun çok can alıcı şekilde faşist cuntanın önünde duruyordu. Cuntanın bu meşruluğu elde edebileceği tek mecra sol ve solun etki alanının büyük olduğu proletaryaydı. Özünde ilerici olan proleterler gerici iktidara ikna edilmeli ve yeniden oluşturulacak özelleştirme ve dış yatırıma açılmış Türkiye projesine tepkisiz kılınmalıydı. 24 Ocak Kararları ile dayatılan ekonomik koşulların benimsenebilmesi, halk üzerinde kurulacak baskıya bağlıydı. Tam da bunu yaparken cunta, görünüşte ileri özde gerici örgütleri işbirlikçi olarak seçmek zorundaydı. 12 Eylül faşist darbesi kendisini meşru kılmak adına solu temsilen var edilmiş kurumları kendisi için kullanmaktan çekinmedi. Üstüne üstlük faşist darbe bunu yaparken sadece ulusal kaynaklarından değil, Alman Sosyal Demokrat “Bonn Cumhuriyeti’nin” tam desteği arkasına almakta çekinmemişti. Amerikancı kimliğinin yanında bu sosyal demokrat hareketlerin desteğiyle Türkiye’yi sadece ulusal sermayenin değil uluslararası sermeyenin de oyun alanına çevirmişlerdi.

 

12 Eylül öncesi ve sonrasında faşizan iktidarlar üzerinden burjuvazi, Türkiye işçi sınıfına çok güçlü ve örgütlü saldırıyordu. Türkiye solu önemli bir sınav veriyor fakat gerekli örgütlülüğü göstermekte güçlük çekiyordu. Bunun ayrı bir eleştirisi olarak komünist parti disiplininden uzak, sözde özgürlükçü parti ve/veya örgütlenmelerin popülist bir siyaset aracı haline getirilmiş olması da etkiliydi. Sol mücadelede geri düştükten sonra sosyalist hareketin çoğu tasfiye edildi, ülkeden sürüldü, hapse atıldı veya öldürüldü. Yılanın başı küçükken ezilmeye çalışılıyordu. Bu süreçte legal örgütler yer altına inmeye zorlanmış, propaganda araçları fazlasıyla sınırlandırılmış ve faşizm ülkenin her kademesinde örgütlülüğünü güçlendirmişti. Öyle bir güçlenmek ki arkasında hala bürokratik anlamda faşist darbenin yerleştirdiği araçlarıyla yönetilen bir devlet bıraktı.

İşte Feminist hareket bu dinamikler ile beraber Türkiye solunun içinden koptu. Sakat bırakılan solun içinde düzen içerisi çözüm öneren, kadına karşı şiddetin acilen çözülmesi gerektiğini söyleyen, bir kadın hareketi doğurdu Türkiye solu. Stella Ovadia “Çünkü sosyalizm kadınların ezilmesini açıklayan bir düşünce değil.” derken Feminizmin gerekliliğini ilan ediyordu. Bu gelişmeler ışığında feminist hareket güç kazandı. 1980’lerin ortasında tartışa gelen ve halihazırda etkinliğini sürdüren sosyalist feminist teori görünür oldu. Bu tartışma birçok polemik ile desteklendi veya reddedildi. Bu sürecin Türkiye’deki sürecine "sosyalist" feminist bir bakışla yaklaşan Gülnür Savran 11.Tez dergisinin 1985 senesinde çıkan ilk yazısında Marksist ideolojinin feminizm ile zenginleştirildiğini savunmuş ve feminist olmayan Marksizmi sınıf indirgemeciliği ile suçlamıştır fakat Gelenek dergisinin 26.sayısının Feminizm bir alternatif mi? Yazısında buna marksist çerçeveden verilebilecek en açık cevap verilmiştir. Dipnotta bu geçen alıntıyı paylaşırken şu soruyu tekrarlama ihtiyacını hissediyorum:

Kendimize güvenimiz yok mu?

“Tüm çelişkileri emek-sermaye ana çelişkisine bağlayarak açıklayabilmek, insanoğlunun eriştiği en yüksek soyutlama gücüdür, yalınlaştırmadır; yoksa asla indirgemecilik değil. İndirgemecilik feminist ve sosyalist feministlerin önerdiği “cinsiyetçi sistem” çözümlemesine yakışır bir adlandırmadır. Feminizm, sosyalizmin bütünlüklü toplumsal projesini ödünç almakla, asla Gülnur Savran’ın iddia ettiği gibi mükemmel bir senteze ulaşmıyor, tam tersine en basit tanımıyla eklektizme saplanıyor.”

Komünist Kadınlar ne diyor? Adlı Gelenek dergisinde yayınlanan söyleşide Komünist Kadınlar erkekler ile ortak mücadele yürütmenin ve mevcut düzenin yıkılmasının önemini şu satırlarla anlatıyor;

Burjuvazinin emekçi halkı tahakküm altına aldığı bu sistem devam ettiği sürece, ezilen sınıfın mensubu kadın da erkek de sömürülmeye devam edecek.

İşte bu yüzden, kadının ve erkeğin kurtuluşunun yolu ortaktır. Kadınların “sorunu” ya da “sorununun kaynağı” erkekler değildir. Kadınların ve erkeklerin ortak sorunu kapitalizm, çözümün ön koşulu ise birlikte mücadele ve sosyalist iktidardır.

Komünist Kadınlar, gericilik ve erkek egemen ideolojiyle harmanlanmış kapitalist sistemde kadının ikincil konumunu yıkmaya ve kalıcı bir kazanım sağlamaya yönelik her türlü tarihsel ve güncel mücadeleyi sürdürecek, bu mücadelede daha fazla kadının rol üstlenmesi için çaba sarf edecektir. Örgütlü kadınlar, bu düzene ait gerici, karanlık ve eşitsizlik bilinci kodlarıyla yüklü erkekleri de dönüştürecek, onları da kadınların eşitlik ve özgürlük mücadelesinin bir parçası kılacaktır.”


Türkiye solu içerisinden kopmuş Feminist hareket faşist darbe tarafından paralize edilmeye çalışılmış olan sosyalist hareketin yerini doldurmak istemiş ve bunda başarılı (!) olmuştu. 1990’larınTürkiye’sinde ivme kazanan feminist hareketler, yeni kazanımlar ve daha büyük kitlelere seslenilmesini beklerken günümüz Türkiye’sinde ne olmuştur da karşı devrimci iktidar, feminist hareketin elindeki kazanımları birer birer işlevsiz kılmıştır? Bu kazanımlara rağmen nasıl olur da dinsel gericilik ve kadın düşmanlığı toplumun büyük bir kısmında meşru görünür hale gelmiştir? Kendimce bu sorulara bir cevap vermek gerekirse; bunun temelinde feminist hareketin gerçek çözüm sunamayacağı gerçeğiyle karşılaşıyoruz. Tarihsel süreçte gördüğümüz üzere sermaye çıkarlarını önceleyen iktidarlar her zaman toplumsal hareketleri yavaşlatmak ve uyutmak adına bir kısım özgürlükleri bu kitlelere vermiştir. Aynı şekilde ne yazık ki Türkiye feminist hareketinin “kazanımları” sınıf kazanımı değildir ve emek eksenli bir iktidar kurulmadığı sürece bu kazanımlar ortadan kalkmaya veya sözde kazanımlar olarak kalmaya mahkumdur. Bazı feminist hareketler sınıf kavramını kabul etseler veya kendilerine sosyalist feminist diyerek daha kabul edilebilir olacaklarını umuyor olsalar bile bunun bir gerçekliği yoktur. Ovadia’nın söylediği “Sosyalizm kadınların ezilmesini açıklayan bir düşünce değil.” sözü feminist hareket için çok gerçektir. Bu kuyruklu yalanın arkasından Türkiye solunun itibarsızlaşması, kan kaybetmesi ve doğrudan doğruya kadın karşıtı gericiliğin güçlenmesi dışında bir şey çıkmaz. Sosyalizm cins ayrımcılığı yapan çözümlerle uzlaşmayacağı gibi onlara yakın dahi durmaz, çözümsüzleştirilmiş liberal karmaşanın içinde boğulmaktansa, toplumsal kurtuluşun adımlarını çizmek için, kadınları bu siyasetin önemli bir öznesi haline getirir. “Lenin’in söylediği gibi “…Kadın kitlelerimizle sistematik olarak çalışmak zorundayız. Edilgen konumlarından kurtulmalarına yardımcı olabildiğimiz bu kadınları göreve çağırmalı, onları işçi sınıfı savaşımı için hazırlamalı ve silahlandırmalıyız (…) Salt fabrikalarda çalışan ya da evlerinde köle olan kadınlardan değil, köylü kadınlardan da küçük burjuvazinin çeşitli katmanlarındaki kadınlardan da söz ediyorum. Onlar da kapitalizmin kurbanıdırlar (…) Onlar da dar ve sınırlı ufuklarla apolitik bir psikoloji olan, asosyal, geri bir kadın kitlesine avdırlar. Bu durumun farkında olmamak anlaşılmaz, tamamen anlaşılmaz bir şeydir. Kendi özel ajitasyon ve örgüt yöntemlerimizi geliştirmek zorundayız. ‘Kadın haklarının burjuvaca savunusundan değil, devrimin pratik çıkarlarından söz ediyoruz.”

 

Uzun lafın kısası; demokratik kitle örgütlerinin kadın ölümlerini bitirmek için verdiği çabalar değerlidir, insanın en temel hakkı yaşam hakkını savunur. Fakat örgütlenme ve yaklaşım şekilleri Marksizmin zenginleştirilmesi değil, çarpıtılması, tahrip edilmesidir. Üstüne üstlük gerici bir siyasetin yarattığı ve yaratacağı bir sorundur. Bunun çözümü sistem içerisinde verilen kavga değil, sisteme karşı verilen kavgadır ve eşit-sınıfsız bir toplum kurmaktır. Sosyalist hareketler içinde mücadele eden insanların görevi bu mücadele için gerekli araçları örmektir. İnsanın sömürüsü bitmediği sürece, sermayenin katliamı devam edecektir. Her cinayet sınıfsaldır ve kadınlarda bu sınıfların içindedir. Kadınların en büyük mağduriyeti, onlara sömürücü bir dünyanın parçası olduğunu unutturan liberal ve sözde sosyalist siyaseti sürekli solumaları ve emek bilincinin onun özgürlüğündeki en büyük silah olduğu gerçeğini unutmalarıdır.

Konuyla ilgili ayrıntılı bilgi için bkz. Osman Çutsay, 12 Eylül Bir Alman Pastası https://www.yazilama.com/12-eylulun-ardindaki-gercek-fasist-darbenin-sosyal-demokrat-destekcileri/

Ayrıntılı bilgi için bkz. https://gelenek.org/solun-tarihi-ozelestiri-ve-tragedya/

Temel Demirer, Feminizme Kenar Notları, https://gelenek.org/feminizme-kisa-kenar-notlari/

 


Yorumlar