SOSYOLOJİ GÜNLÜKLERİ-1
Tutku DAĞ[1]
İnsanın yemeğini yediği alan, tuvaletini yaptığı alan, kitabını okuduğu ve aslında uyuduğu alan sınırları keskin bir yaşam sahası olarak tanımlanan “evi” tanımlamaktadır. Yine aynı insanın bir özne olarak kamusal alandaki parmak izi; toplumsal yetkinliğin ne demek olduğunu ve özel alan içerisindeki “özne” kavramını tanımlar. Bunları ben diyorum. 1930 yılında, güneşli bir Ağustos gününde gözlerini açan Pierre Bourdieu olsaydım, şüphesiz adım tarihe altın harflerle yazılırdı.
Kent dediğimiz
toprak parçasının üzerinde metrekare olarak kaplanan alan, kişinin düzlem
yüzeyinde yaydığı çapın, matematiksel karşılığını verir. Bulunulan alan
içerisinde söylenilen söylemler, hâkim olan ideolojik yapı, dışavurum anlamında
kullanılan sesin yüksekliği ise toplumdaki sosyal dinamiklerin kent
mekanlarında aktör oluşunun ipuçlarıdır. Bölge üzerinde toprağı kullanım
biçimi, yerleşke planı ya da kentsel politika mimarisi ve benzeri gibi
elementler, tarih boyunca kendini meşrulaştıran kamusallık sınırları
olagelmiştir. Mobilizasyon ve sosyalizasyon süreçlerinin, kent mekanlarında
yine aynı ölçüde bir politik biçimlendirme yaratması asla tesadüfi değildir.
Kent merkezleri, siyasi idare tarafından şekillendirilmiştir. Toplumsallığın
öğeleri olarak sayılabilecek ekonomi, kültür ve politika yanına teknolojiyi de
ekleyerek bir temaşa konsensüsü yaratmış, kent kavramının hayatın aslında tam
da ortasına girmesine sebebiyet vermiştir. Sınıfsal olarak ayrışan grupların,
kent merkezlerinde veya çeperlerinde, varsıl veyahut yoksul olarak taşıdıkları
kimlikleri ile bir nevi tecrit halinde yaşamaları aslında bahsedilmek istenen
mekânla toplumsal alan içerisinde, ilişkilerin temel manzarasını çizmektedir.
Her mekânsal ilişkide toplumsal çatışmalar gömülüdür. Aynı zamanda mekân
dediğimiz kavram toplumsal olarak üretilir. Yani bir mekân üzerinde bulunan
topluluk ve bu topluluk öznesi olan insanların mekânsal performansları, konunun
esas noktasıdır. Kent merkezleri, mobilize süreçlerin başlama noktaları olup
sosyalizasyon süreçlerine beşik hazırlamıştır. Tarih içerisinde konuşulan
meseleler, tanınma mücadeleleri ve kimlik politikalarına başkaldırma eylemi,
esasen politik bir duruş olarak kent mekanlarında başlamıştır. Bunun
temelindeki neden ise bir ideolojinin materyalist ve jeolojik temellerden gelmesidir.
Günümüzün neo-liberal dünyasına bakıldığı zaman, insan mücadelesinin yerine
nesnelerin geçtiğinin ve sembolik olgularla yer değiştirildiğinin gözlemi
mümkündür. Tam olarak bu noktada bahsedilen ve bir mücadele rantı olmaya zemin
hazırlamış kamusal/özel alan ayrımı söz konusudur. İnsan denilen varlığın
kamusallık içerisinde kendisini ifade etme arayışı gerek toplumsal konularda
gerekse ucu topluma değinen bireysel konularda süregelmiş bir çerçeveye
sahiptir. Eylemsel olarak, bir grup insanın halk meydanlarında kendilerince
problematik buldukları meseleleri bir manifesto formunda kamuoyuna sunmaları
gibi algılanabilir. Fakat daha derine inildiğinde, bazı durumlarda, bireysel
alana kazınmış, kişinin içerisinde bulunduğu sosyal habitus[2]
aslında tam da bahsedilen şahsa, kolektif sahada ifade özgürlüğü seçeneğini
tanımıştır. Özel/kamusal alan dikotomisi kent ve toplumu şekillendirme de
oldukça etkili bir özne olmuştur. İki alan arasındaki sınır ise sosyal normlar
çeperinde oldukça sert bir şekilde çizilmiştir ve toplumdan buna uyulması
gerektiğinin sinyalleri verilmiştir. Kamusal alan diye adlandırılan yer,
insanların iç içe yaşadığı ve genel bir polis organizasyonunun olduğu karasal
düzen halidir. Özel alan dediğimiz şey ise spesifik bir toprak parçasının
üzerine çizilmiş, duvarları keskin bir netlikle örülmüş alanda ve topluma
sirayet etmiş bir şekilde üzerine konuşmadan mutabakat sağlanmış bir yaşam
çerçevesidir. Tam da bu noktada kritik edilen şey ise bir sosyal düzen olarak
kabul edilen özel alan varlığının politik olduğu ve içerisinde bulundurduğu
eylem planında, pratiksel bir faillik taşıyarak, rutin olarak
adlandırılmasıdır. Kamusal ve özel alan sınırlarının nerede başlayıp nerede
bittiği, alan içerisindeki karakterize edilmiş normlar, halihazırda varlığını
koruyan gündelik hayat ritmi ve bahsedilen sistemlerin ideolojik bir siyasal
aranjmana dönüşmesi konu bağlamında, kümenin içerisindedir. Mekânın,
ayrıştırılmış parantezlere alınması ve alanların insan kümeleri baz alınarak
kendilerine has tanımı, iktidarın bir formda topluluk üzerinde hâkim ve
köklerini hegemonyadan alan bir konsensüs tablosu ortaya koymadığının alenen
göstergesidir. İktidar denilenin, sadece bir yerde ve belirli bir somut formda
algılanmaması gerektiğinin altı çizilmelidir. Özel alana bir örnek olarak evden
çıkıldığında adım atılan ilk kara parçası, kamusal alan sınırlarına girmekte ve
aslında özel alana da tamamen sirayet eden iktidar ilişki ağında bir özne
rolüne girmektedir. Özünde, bahsedilen iktidar kelimesinin içinde bir eylem
vardır, diğer taraftan özne olarak nitelendirilende ise sosyal normlarca
yapılmış eylemlerin arasına sıkıştırılmış bir uyum hali, araçsal bir tavır
hakimdir. Politika bağlamında bakıldığında ise iyi bir demokrasinin altın
kuralı kamusal alandır ve bu alanlar iktidardan beslenen medya ile kapatılır,
manipüle edilir (Habermas, 2010:248). Şiddetin retoriğinin yer ve zaman
bağlamında değişmesi belirli bir esneklik içerisindedir ve toplum marjinini
düzenlemektedir. Bir öz cümle olarak, kamusal alan bir performans yansıtma
sahasıdır. Birçok insanın ve daha da doğru bir kelime olması açısından
toplumun, paylaşılan alan, içerisinde kolektif deneyimlerinin toprak parçası
üzerindeki çitlenmiş şeklidir.Bu noktada, kamusallık içerisinde kimlik
tanımlama süreci neden önemlidir ve bir özne konumundan kendini kamusal
sınırlarda ifade etmenin karşılığı nedir soruları daha da karakteristik hale
gelmektedir. Öte yandan, halihazırda varlığını sürdürmekte olan ataerkil
sistem, mekân üzerinde yeniden üretim sürecine girmektedir. Mekân kavramı, bir
cinsiyet belirteci olarak kadını da içerisine alıp, alansal çerçevede
sınırlarını yine ve yeniden çizmektedir. Fiziksel öğeler sayesinde bir kuvvet
hacmine sahip olan sıfatlar özel/kamusal alan ikircikliğinin yanında
kişisel/müşterek, ev/iş, görünen/ görünür olmayan gibi ikilemlerinin de bir
tezahür oluşturmasına sebebiyet vermiştir. Bahsedilen ve esnek türevlere sahip
olan bu tarz ikilemleri geniş bir çatı olan ev/iş genellemesinin içerisinde,
eleştirel bir perspektif ile okumak mümkündür. Toplumdaki iş sahasının kamusal
alana taşınması, erkeğin kamusallık sınırlarında görünürlüğünün artmasına beşik
hazırlamıştır. Politika dahil olmak üzere, işgücü ve düşünsel emek istenen her
çalışma alanında, erkekler birer aktör sıfatında bulunmuş ve kamusallığın
yeniden üretilmesinde dönüştürücü güç dinamiği haline gelmişlerdir. Bahsedilen
bu mekânsal dönüşümün erillik içerisinde hareket etme süreci o kadar
meşrulaşmış ve düzensel çerçevede kabul görmüştür ki ekonomik açıdan bağımlı
olarak nitelenebilen özürlüler, (ev) kadınları ve çocuklar aynı çerçevede özel
ve ücretsiz alana ait olarak kodlanmış ve kamusal manzarada genel kabul
görmüştür. Bu bağlamda feminist kuram dediğimiz meselenin çıkış noktası,
kamusallığın tek bir cinsiyet ve tek bir model hegemonik erkeklik üzerinde inşa
ve devam ettirilmesi; kadının özdeş olduğu “doğanın” kamusal alanda bir
karşılık bulamama olasılığının yüksek ihtimalidir. Şehir ve işyeri
planlamalarına bakıldığında ise tekil bir elden ve bir ideolojiden çıkmış gibi
yerleşik bir düzen görülmektedir. Bulunulan bölge etrafında kimin ne sıfatla ve
ne zaman bulunacağı konusu tekil bir yeniden inşa sürecinden çıkıp kamusal bir
mesele halini almıştır. Feminist kuram, inşa edilmekte olan kent planına
eleştirel bir gözlükle bakıp şehir deneyiminin ve aynı şehir içerisindeki
gündelik aktivasyonun iki cinsiyet için de aynı ölçüde zorluk derecesini
içermediğinin ve herkes eşittir söyleminin altını oymaya çalışmıştır. Bulunulan
bir ve birçok bölgede “tüm insanlar eşittir” söylemi aslında kutuplaşmanın
zeminini hızlandırmıştır. En azından eşitlik kelimesinin, teoride
herkese aynı
muameleyi yapmak ve sonuç beklemek olduğunu biliyoruz fakat cümleyi biraz daha
açmak istediğimizde, tüm insanlara eşit davranmanın eşitlik kavramı ile bir alakası
olmayışının da farkındayız. Kent, içerisinde kadınların, erkeklerin,
hayvanların ve bitkilerin yer aldığı bir saha fakat bu sıralama dikey bir
hiyerarşik düzene konulduğunda bir sıralama sistemi devreye girmekte, sayının
altına yazılabilecek birçok gözlemsel eleştiri devreye girmektedir.
Bakıldığında kamu gündeminin öznesi beyaz erkektir, küme başlıklarına alınmış,
“öteki” cins olarak kodlananlar ise birer figüran.
[1] Sosyoloji, 2020. tutku.dag@bilgiedu.net
[2] Pierre Bourdieu’nun
ortaya attığı bir kavram olan Habitus, insanın kendi içerisinde normsal ve
yapısal bütünlük ile, bir şeyi yapabilme yeteneğimiz arasındaki iç içe
birbirini dönüştürme hâli anlamını taşımaktadır.
Yorumlar
Yorum Gönder