Kayıp Ruhlar Durağı
Eliza
KARAPINAR
Kayıp
Ruhlar Durağı*
Lisedeyken okuduğum onca kitaptan farklı olan
bir kitap vardı. Bu kitap, insanın hayatı boyunca yaşadığı şeyler temelinde
oluşan kırılma noktalarından bahsediyordu. Hiç unutamadağım bir kırılma noktam
var benim de.
Muhtemelen on yaş ya da
civarlarındayım, köydeyim. Yaz sıcağının altında yonca tarlasında koşuyorum.
Fıskiyeler belli bir ahenk ile dönüyor ve adeta dans ediyorlar durdukları yerde,
kocaman tarlayı suluyorlar. Ayakkabılarım çamur içinde bilhassa üstüm başım.
Saçlarımın ıslaklığı, yazın o kavuran sıcaklığını adeta süpürüp halının altına
itercesine örtüyor. Gökyüzü masmavi, hava temiz ve daha da güzeli: sadece
çocuğum. Tarladan eve dönüş yolu traktörün römorkünde sallanarak ve gülüşerek
geçiyor. Eve gelince çamurlu ayakkabılarımı kapının önünde sanki bir daha giymeyecekmişim
gibi hızlıca çıkarıp içeri geçiyorum. Biliyorum ki misafir odası, asıl oturma
odasına kıyasla sineklerin vızıltısının olmadığı, serin oda. Hemen oraya gidip
bir mindere oturuyorum. Nefesim dengelenirken gözlerim duvardaki halıların
motiflerine dalıyor. Bu halılar elle örülmüş, ipleri kalın ve oldukça ağır halılar.
Hepsinin aslında kendine has bir kokusu var, emek kokuyor, anı kokuyor buram
buram. Saçlarımdan akan su damlaları pıt pıt üzerime damlıyor ve ben tüm bu
hararetin bastırdığı yorgunlukla uyuyakalıyorum.
Şimdi, evimdeyim. Herkes gibi öyle ya
da böyle hapsolmuş haldeyim dört duvar arasına. Camdan bakıyorum ve içimde
birileri umuyor ki dışarısı gri ve boğuk olmasın. Fakat öyle. Bomboş sokak, ne
kuş ötüyor ne de çocuklar bağırıyor. Sonrasında mekanlar arasındaki farkları
düşünüyorum, hafızaları düşünüyorum. Sonuçta hafızası olan bir tek biz insanlar
değiliz, mekanların da hafızaları var fakat her şeyi içinde barındıran şey
aslında toprak. İşte tam da bu anda kırılma noktama gidiyorum: yonca
tarlasındayım. Kendi kendime soruyorum ve çaresizlik içerisinde kalıyorum öyle:
‘Neden sevmeyi bilmiyoruz?’
Gözlerimi kısa bir süreliğine kapatıyorum ve resmederek sakladığım tüm kırılma
noktalarımı bir filme koyuyorum, sırasıyla geçiyorlar gözlerimin önünden.
Birtakım noktalarım epey renkli ama yaşımın ilerlemesiyle tüm bu renkler
soluklaşıyor adeta ve siyahlı beyazlı bir hale dönüşüyor. Sahi, ne ara bunca
kırılma noktalarım oldu, neler birikti içimde, neler yok oldu?
Bir insan bir insana yeterdi de insan insan olmayı mı unuttu?
Duyuyorum birçok hikaye, hem ailemden
hem de çevremden. Çamurlu ayakkabılarım ile koşturduğum o toprakların aslında
bambaşka kırılma noktaları olmuş zamanında. Şimdi benim renklerim birleşiyor
onunla, toprakla. Birisine sarıldığın anda omuz hizasından gördüğün o manzaraya
gözyaşı sığdırmak gibi oluyor biraz, bu birleşmemiz. Ne acılar ne mutluluklar
sığdırmış aslında kendi hafızasına. Penceremden dışarı baktığımda gördüğüm tüm
o grilik, boğukluk adeta bastırılmış sesleri toprağın. Ardından kendimi bir
masal kitabının son cümlelerinin burukluğunda boğulmuş gibi hissediyorum ve
soruyorum tekrardan: Neden sevmeyi bilmiyoruz?
Gözlerimin önünden geçen kırılma
noktalarımın filmine eklemeler yapıyorum artık ama bu eklemeler ilkokuldayken
yaptığın ödeve öğretmeninin gelip beş yıldız çizmesi gibi güzel eklemeler
değil, bilhassa unutulmaması gereken şeyler anısına eklenen eklemeler bunlar.
Belki de bu yüzden artık kırılma noktalarım siyah beyaz ve belki de bu yüzden
artık hayata bakışım gri. Hayır büyümedim, büyüyorum ve belki de bu yüzden
sevmeyi bilmiyorum. Evet bilmiyorum, ruhum kaybolmuşlukla bir o yana bir bu
yana savruluyor. Geçmişi çıkarıp atmak istemiyorum kafamdan. Düşünüyorum,
düşünüyorum, düşünüyorum… Nefreti
dinmiyor insanların, ruhlarında hep bir kötülük.
Toprağın hafızasından kendi hafızama
doğru çıktığım bu yolculukta aslında hepimizin birer kırılma noktaları olduğunu
görüyorum fakat karşıma çıkan tek şey sevmeyi bilmediğimiz oluyor. Madem hepimiz
toprağa iz bırakan birer yolcuyuz o zaman neden bu izlere tonla acı sığdırıyoruz?
Neden kimse sormuyor toprağa ya da dinlemiyor toprağı? Bir sorsak neler
anlatacak oysaki! Sürgün edilmiş ruhlardan ve onların acılarından bahsedecek, dövülerek
öldürülen insanlardan bahsedecek, işkenceye maruz kalan bedenlerden bahsedecek.
Kim bilir belki de bizlere insanların ağıtlarını, dualarını dinletecek ve kim
bilir belki de seslerindeki korkulardan ya da gözyaşlarındaki umutsuzluklardan
bahsedecek. Ah bir sorsak toprağa bizlere neler neler söyleyecek! Eğer bunları
yok etmek ise büyümek, eğer ruhlarımızın kaybolmasıysa büyümek, bırakın
büyümeyelim. Hiç binmeyelim o otobüse, oturalım kayıp ruhlar durağında.
Bırakın, büyümeyelim.
*)
Eternity & a Day (1998) filminden bir sahne.
eliza.karapinar@bilgiedu.net
eliza.karapinar@hotmail.com
👍🏻👍🏻
YanıtlaSil