Hayat Yolculuğu

 

Eylül Ecem ÇEVLİK

HAYAT YOLCULUĞU

Çalan alarmın sesiyle küçük bir homurtu çıkararak yatağımdan kalktım. Bu homurtunun sebebi her gün aynı sabaha uyanıyormuş gibi hissetmemden ötürüydü. Yavaş adımlarla adeta sürünüyormuşum gibi tuvalete doğru ilerlemeye başladım. Tek istediğim biraz suyun altında durmanın bana iyi gelecek olmasıydı. Aynanın yanından geçerken kendi görüntüm bir süre beni kendimi izlemeye karşı teşvik etti. Kendimle ilgili her şey yolundaymış gibi görünüyordu aslında saçlarım ve sakallarım gayet iyi şekillendirilmiş, giydiğim kıyafetler bile ev ortamına göre bir şıklığa sahipti fakat gözlerimin içine derin bir şekilde baktığımda hissettiğim şeyler çok karmaşıktı. Sanki o genç yaşıma göre ruhum çökmüş omuzlarım buruk, sırtımda hafif bir kamburluk vardı. Oysaki her sabah bu aynanın yanından geçip işe gitmek için hazırlanıyordum. Gelen hissiyatla şehrin beni içine hapsettiğini ve kaosun içinde kaybolup gittiğimi gördüm gözlerimin en içinde. Şehrin bu sistematik ve düzen halinde işleyen fakat insanlar üzerinde kimsenin aslında farkında bile olmadığı yıkımları, etkilerini hepsini bir anda fark ettim. Bu etkiler üzerime bir yük gibi oturmuş beni adeta kamburlaştırmıştı. Korkunç bir histi zaman durmuş ve kendimle baş başa kalmış düşüncelerime ufak bir yolculuğa çıkmaya başlamıştım. Kendime sorular soruyor, onları cevaplıyor ve bu sayede kendime kendi iç selliğimle yaşayabileceğim özel anlar yaratıyordum şu kısacık saniyelerde. Fakat kendime sorduğum bir soru beni rahatsız etmeye ve şu an ki içinde bulunduğum gerçeklikten uzaklaştırmaya başlıyordu. Ya para kazanmak benim için önemli olmasaydı, para diye bir nesne olmasaydı ne yapmak isterim? Hayatımı nasıl harcamaktan zevk alırdım? Bu sorulara verdiğim cevaplar 23 yaşında mühendis olan bir adam için çok farklı ve zıt cevaplardı. Çünkü ben doğanın bir parçası gibi hissetmek istiyor, Onun melodisine eşlik edip dans etmek istiyordum. Kuşlarla kanat çırpıp o ılık rüzgarları yüzümde hissetmek, balıklarla yüzmek istiyordum. Bir kelebeğin kanat çırpışında ki hassaslığına aynı zamanda o görkemine şahitlik etmek istiyordum. Yapmayı sevdiğim şeylerle dolu kısa bir hayat, sefil bir şekilde geçirilmiş uzun bir hayattan iyidir diye düşünmeye başladım. Bu zamana kadar fark ettiğim ve yapmaktan korktuğum çok fazla şey oldu hayatımda fakat zaman, çok korkutucu bir konsept. Yapmayı ertelediğim her şey geçmişte kalıyor ve ben başka bir durumun, olayın içine sürükleniyordum fakat hayat çok anlamlı ama ona bu anlamları veren de benmişim meğersem. İçimdeki büyük coşku ve cesaretle kendime küçük ama yeterli göz doyuran bir çanta hazırlayıp arabamla yola koyulmaya başladım. Şehirden uzaklaştıkça o kocaman biçimsiz binalar küçülüyor, göz yoran ışıklar daha da küçük hale gelmeye başlıyordu. Arabamın dikiz aynasından son bir kez onlara bakarak içten bir tebessümle gülümsedim çünkü anlık bir cesaretle yaptığım şey, sonradan korkutucu şeylere yol açabilirdi ama şu an hissettiğim bu duygular bile bunun asla olmayacağının farkına vardırdı. Kendime ait bir yolculuğum vardı ve bunun adı hayat yolculuğumdu, keşfedilmeyi bekleyen güzelliklerle beraber, anın içinde saf hislerle süzülüyordum ve ilk defa kimse olmadan da biri olabilmeye başlıyordum. Bir bebeğin yürümeyi öğrenmesi gibi düşe kalka ama büyük bir heves ve heyecanla yapacaktım bunu. Nereye gitmem gerektiğini bilmeden sadece sürüyordum arabamı. Radyomda çalan müzikler camlarımdan dışarılara taşıyor ben ise müzikle beraber kendi rotamı oluşturmaya başlıyordum. Saatler süren yolculuğumun ardından her yerde ahşap kulübeleri olan bir sahil kasabasına denk gelmiştim. Küçük bir köy yerleşkesiydi. Arabadan indiğim andan itibaren birkaç köylüyle göz göze gelmiş ve sıcak gülümsemelerine tanıklık etmiştim. Birkaç köylü beni inatla bırakmayıp yemeğe davet etti. O esnada saatlerce yollarda olmamdan ötürü ve rüzgarla beraber gelen kaynatılmış salçanın kokusuyla midemdeki sesleri işitmeye başladım. Meğerse bu köyde yaşayan 6-7 aile varmış ve hepsi bir şekilde kendi yiyeceğini, kendi tarımını yaparak belli bir kendileri yarattıkları düzenle hayatlarını ilerletiyorlarmış. Boş bir kulübeleri olduğunu fakat uzun zamandır kullanılmadığı için iyice tadilattan ve bakımdan geçmesi gerektiğini söylediler. Tabi kulübeyi direkt hediye olarak vermiyorlardı, onlara köydeki belli işlerde yardım etmem karşılığında ve araba gerektiğinde araba işlerini halletmem karşılığında bunu vereceklerdi. Bir nevi iyi niyetli çıkar ilişkisiydi. Bu teklifi direkt kabul ettim çünkü kalacak hiçbir yerim yoktu ve kendi yaşayacağım yeri baştan bir şekilde benim düzenlemem bu hayat yolculuğumu daha anlamlı hale getirir olacaktı. Çünkü yolculuğum başlayalı sadece saatler geçmiş olmasına rağmen, ben, çok sağlam adımlar atmıştım ve bu adımlar tamamen benim kalbimin beni yönlendirmesi sayesinde olan adımlardı. Yemekten sonra köylülerin en büyüğü beni ahşap, eski kulübeme götürmek için yola çıkarmıştı. Kulübe buraya en uzak olan yermiş, bu beni daha da çok mutlu etti; kendimle kalabilmek ama aynı zamanda da bana yardım edebilecek insanların var oluşu rahatlatıcı bir duyguydu. Yolda giderken yaşlı amca -köydeki herkes ona büyükbaba diye sesleniyordu- bana yolu göstermek için feneriyle beraber eşlik ediyordu. Anladığım kadarıyla herkes onu çok seviyor ve saygı duyuyordu. Yol da giderken büyükbaba bana anlamayacağım bir şeyi sevemeyeceğimi söyledi. İnsanları ve Tanrıyı anlamazsam ne insanları ne Tanrıyı sevebilirmişim. Ben insanları anlıyorum dolayısıyla insanlar da beni anlıyor ve seviyorlardı diyerek güzel bir konuşma başlattı benimle büyükbaba. Konuşurken gözlerimin en içine bakıyor ve ikimizden biri konuşmaya başladığı zaman yürümesini durdurup dinliyor, konuşuyordu. Onun yanında tüm saygıyı şu kısacık yolda yeniden öğreniyormuşum gibi hissettim. Uzunca patikalardan sonra nihayet ahşap kulübeye varmıştık. Nedensizce burayı gördüğümde gözlerimin dolmasını engelleyemedim ve biraz daha kapılıp gitseydim oturup ağlamaya başlayabilirdim. Çünkü 8-9 saat önceki hayatımdan çok uzakta denizin sahile hafifçe vardığı dalga seslerinin karşısında, kulübemin arkasında kalan ağaçların ve doğal düzenin tam ortasında duran bir yaşam alanım vardı, rüya gibiydi. Büyükbaba ağır ağır adımlarla gitmeye başlarken omuzumdan tutup bana destek verircesine başıyla beni onayladı ve yürümeye devam etti. Tam gözden kaybolacakken durdu ve arkasını dönüp yarın erken kalkmamı çünkü kulübe için yardıma geleceğini sonra da burayı gezdireceğini, kendi kendime yaşayacaksam hayatımı nasıl sürdürmem gerektiğini öğreteceğini söyledi bana. Aslında yıllardır biriktirmiş olduğum, hayatımı idame ettirmeme fazlasıyla yetecek kadar param vardı. Belli temel malzemeleri almak için o parayı harcayabilir bu şekilde de tamamen ilkelleşmeden kendimi adapte edebilirdim. Kulübeye yavaşça adımımı attım ve gıcırdayan kapıyı yavaşça aralamaya çalıştım. İçerisi beklediğim kadar kötü bir halde değildi sadece fazla havasız kalmış ve fazlasıyla tozluydu, uzun zamandır kullanılmadığı her halinden belliydi. Bazı yerlerdeki çiviler çıkmış ve kulübe her an yıkılabilir gibi bir hissiyatı vardı ama birkaç çivi çakmakla çözülebilecek bir sorundu. Fakat şu an gece vakti bu kadar tozlu bir yerde yatmak istemediğim için -hayat yolculuğumun ilk gününde hastalıkla uğraşmak istemediğimden- ince ama üşütmeyecek bir battaniye alıp sahile doğru yürümeye başladım. Birkaç çalı, odun toparlayıp ateş yakmaya niyetlendim. Kaçıncı denemem bilmiyorum ama uzun dakikalar hatta saatler sonra ilk kıvılcımla ateşim yanmaya başladı. Ben de beni ısıtacak kadar ateşin yakınına geçip yattığım kumu düzleştirip uzanmaya başladım. Gökyüzü çok güzeldi ve onu izlemeyi en son ne zaman ve neden bıraktığımı hatırlamaya çalıştım ama doğru ya şehrin içindeyken baca dumanlarından ya da o kocaman binalardan gökyüzü kapanıyor ve doğanın güzelliği yapay şeylerle örtünüyordu. Çocukken gökyüzüne baktığımda kendime masallar, hikayeler yaratır; her yıldıza bir isim koyar ve en parlak kutup yıldızına da kendi adımı verirdim. Pas parlak bir yıldız bir anda gökyüzünü ortadan ikiye bölmeye çalışır gibi kaydı, ben de, o esnada yavaşça gözlerimi kapatıp dinlenmek için uykuya kendimi bıraktım. Sabah güneşin yakıcı sıcaklığıyla uyandım ve kendimi denize atıp serinlemek için bakışlarımı denize doğru çevirdiğimde büyükbaba ve yanında, güneş kadar parlak sarı saçlara sahip tahminimce benden biraz küçük, güzel bir kadın vardı. Kumsalda oturup derin bir konuşma gerçekleştiriyorlardı. Ben de yavaş adımlarla biraz da çekinerek onlara doğru ilerlemeye başladım. Yanlarına vardığımda büyükbaba ayağa kalkıp başıyla beni selamladı ve torunuyla tanıştırdı. Adı Güneş imiş ve kadın, adını tam anlamıyla yansıtıyordu çünkü ayağa kalkıp tanışmak için elini uzattığında göz göze geldik ve o an yaydığı o ışıkla ilk defa tanışıklık ettim ve bu kuvvetli ışık, bedenime bir titreşim dalgası yaymaya başladı. Açıkçası ilk defa tanıştığın birine karşı böyle bir çekim hissetmek herkesin alışık olduğu bir şey değildi ve ben, hiç yaşamamıştım böylesine etkileyici bir duyguyu. Büyükbabanın öksürüğüyle ona doğru yöneldim ve biraz mahcubiyet duygusu hissettim. Büyükbaba bugün Güneş’i yakındaki şehir merkezine götürmem gerektiğini ve gitmişken kulübem için gerekli birkaç tamir malzemesi almamı söyledi. Arabaya doğru yürürken ikimizin arasında bir sessizlik hakimiyeti vardı. Fakat bu sessizlik öyle huzurlu ve aslında bir o kadar gürültülüydü ki rahatsız eden hiçbir yanı yoktu. Gürültü dememin nedeni sessizliğin içindeki seslerimiz, kendi içimizin birbirleriyle muhabbetteydi. Bir anda Güneş gülmeye başladı ve bu beni olduğum yerde durdurdu. Nedenini anlayamamıştım bu gülüşün. Sebebini sorduğumda, bana buralara çok yabancı olduğumu ve ürkek davrandığımı söyledi. Onu pek haklı bulamadım açıkçası ve neden böyle düşündüğünü ona sordum.

-Köydeki aileler seni ve cesaretini konuşuyor fakat ben bu yolculuğunu bir cesaret olarak görmüyorum hatta bulunduğun yerden korktuğunu ve orda kalıp savaşmaya cesareti olmayan bir korkak görüyorum karşımda. Sözlerim seni kırsın ya da incitsin istemem. Bulunduğun yerin, zamanın; mekanın, bunların hiçbirinin önemi yoktur, sadece onların farkındalığına minnet duymalısın. Ruh aklını geliştirmelisin. Ruh aklı bütün diğer kaslar gibidir. Kullandığın zaman büyür ve güçlenir. Böyle olabilmesinin tek yolunun onu anlamak için kullanmak gerekir. Açtığın zaman anlayış gelişmeye başlar ve ne kadar anlamaya çalışırsan ruh aklı o kadar büyür.

Bana bakıp elini kalbime doğru götürdü ve küçük bir tebessümle birlikte devam etti konuşmasına “seni anlıyorum. Anlayış ve sevgi aynı şeydir bunu sakın unutma sadece hisset.”

Güneş bu konuşmadan sonra bir anda koşmaya ve ağaçların içinde dolanarak dans etmeye başladı. Kahkaha atarak bana seslendi.

-Hey şehirli çocuk, gel benimle dans et müziği duy ve bu melodiye eşlik et!

Güneşle saatlerce etrafta koşuşturduk, bi’ dans ettik, durduk; bir anda uzunca muhabbetlere giriş yaptık. Birbirimizi birkaç saat öncesine kadar hiç tanımıyorken şu an da yapmamız gereken her şeyi unutup sadece geçirdiğimiz anla beraber birbirimizi keşfediyorduk. En sonunda şehre inip işlerimizi hallettikten sonra hava kararmasına yakın köye geri döndük. Büyükbaba bizim geliş saatimizi düşünerek bize yemek hazırlatmış. Yemekten sonra ben malzemelerimi alıp kulübeme doğru yol almaya başladım. Şu anda kendimi çok iyi ve tam hissetmem gerekirken ben niye boşlukta gibi hissediyordum ki? Kafamın içinde Güneş’in sözleri yer alıyor. Acaba bu yaptığım korkaklık mıydı? Yoksa mutlu olmak için mi yaptım? Niye kendime cevap veremiyordum? Düşüncelerde kaybolmuş bir şekilde yürürken aniden bir kösteğe takılıp düştüm. Sert bir düşüş değildi, bir yerim de yaralanmadı ama acı duygusu her yerimi kaplayarak beni hıçkıra hıçkıra ağlatmaya başladı. Bir süre sonra sakinleşmeye başladığımı hissettiğimde elimle yerden destek alarak kalktım. Kulübeye vardığımda yaşadığım ani duygu değişimlerinden ötürü savruk bir haldeydim. Daha fazla düşünmemek için kulübeyi onarmaya başladım. Saatler geçmişti, kolumu kaldıracak hali bulamadığımda saate bakmak için başımı koluma çevirdim. Saat gece yarısını geçmiş yaklaşık 6 saattir bununla uğraşıyormuşum. Ama işin sonunda, verdiğim emek beni mutlu etti. Kulübemi, kendimden beklemediğim kadar güzel bir şekilde tamamlamıştım. Artık yatağımda güzel bir uyku çekebilirdim.

…………………..

Günlerim artık sabahları köylülerle birlikte ekme, biçme işleriyle geçiriyor, sonrasında günümün büyük kısmını Güneş’e ayırıyordum. Büyükbaba ilişkimiz ilerlemeye başladığını fark etti ve bir gün beni ormanın içine doğru bir yürüyüşe çıkardı. Ormanın içinde bir nehre doğru yürüdüğümüzü ve oraya vardığımızda konuşacağımızı, şu an sadece yürüyüşün tadına varmam gerektiğini söyledi bana. Ben de dediğini uygulayıp büyük bir güven içinde sessizlikle ormanın sesine odaklandım. Dolan iç huzurumla beraber sonunda nehre vardık. Büyüleyici bir manzaraya bakıyordum. Su, kayalara çarparak akıntıyı takip ediyor ve suyun üzerinde kelebeklerin uçuşunu görüyordum. Büyükbaba ikimizin de oturabileceği bir kaya parçası bulup yanına gelmemi işaret etti.

-Bak oğlum, torunum Güneş ile bir ilişkiniz olduğunu biliyorum, görülmeyecek ve fark edilmeyecek gibi değilsiniz. Işık saçıyorsunuz adeta! Siz mutluysanız bizlere hiçbir şey düşmez lakin benim lafım sanadır. Kendin için bir hayat yolculuğunda olduğunu ve kendini keşfetmek istediğini söylüyorsun. Ama köye geldiğin gibi güzel gönlünü torunuma kaptırdın. Evladım, aşk kavramı işin içine girdiğinde hiçbir şey tek kalmaz bir olursun, bütün olursun. Ya o senin yolculuğuna dahil olur ya da sen onun yolculuğuna... Fakat görüyorum ki sen Güneş’in yolculuğundasın. Buraya yerleştikten sonra kendi arayışını bir rafa kaldırdın ve tıpkı şehir hayatındaki gibi buradaki düzene adapte oldun. Ben senin mutlu olmanı ve pişmanlık duymamanı istiyorum. Aşkta her zaman bir merak vardır. Bir adım attığın an bunu bir inanç eylemi olarak yaparsın, çünkü zeminin ayaklarının altında olmayacağını bilemezsin.  Bir yolculuğa çıkmak, inanç eylemidir. Herhangi bir insani ilişkiye girmek, inanç eylemidir. Görürsün ki teslim olmuşsundur. Ama bu yapılabilecek en güçlü şeydir. Ve sen kendi yolculuğunda evlat, iki şeye aynı anda teslim oluyorsun hem kendi hayatına,hem de aşka… Her şeyden vazgeçiyorsun. Ona kendini veriyorsun. Çünkü aşk çılgınca bir şeydir, işlerin kontrolden çıkmasına izin vermektir. Mantıklı insanlar işleri kontrol altında tutar ama senin kalbinde bunlar yok, sen safsın; temiz ve huzur veren bir saflık evlat. Yani, aslında, nedir bu konuştuğumuz şeyler doğru olan nedir? Nedir gerçekten mantıklı olan? Bırakmak, kendini adamak, kendini vermek ve bu oldukça çılgınca. Bu yüzden çılgınlık üstüne kurulmuş akıllılık gibi garip bir sonuca varıyoruz. Arzuladığın şeyleri bul evlat. 

Ve bir anda oturduğu yerden kalkıp kocaman bir şekilde bana sarılıp yürümeye başladı. Olduğum yerde donakaldım. Herkes beni bu kadar görüp fark edip ben nasıl kendime bu kadar uzak olabilirdim ki? Dediği her şey doğruydu büyükbabanın. Kendimle ilgili çok büyük çatışmalarım vardı, kendimi yanıltıyordum. İçimdeki her şeyi bastırıyor ve dışarıya tam zıttı şeyleri çıkarıyordum. Meğerse bu bana hiç iyi gelmiyormuş, beni böyle bir yerde bile tüketmiş. Yine kendimi kambur ve bitkin hissediyordum. Omuzlarım yine çökük ve kendini taşıyamaz haldeydi. Oysaki mutlu olduğum yerde değil miydim? Ben harbiden ben miyim? Ormanın içinde kıpırtılar hissediyorum, sanki birisi yaklaşmakta gibi… Kafayı mı yiyorum, deliriyor muydum yoksa? Gördüğüm sarı saçlar rahatlamamı sağladı ama onunla konuşmak şu anda beni çok korkutuyordu ve onun hiçbir şeyden haberi yoktu. Bana onunla dünyayı keşfetmek isteyip istemeyeceğimi sordu. Ben ise cevap veremeyip ona sıkıca sarılıp koşmaya, ondan kaçmaya başladım. O ise ana bağırdı:

-Seni anlıyorum şehirli çocuk! Seni anlıyor ve seviyorum! Eğer yolculuk da varış yerini düşünerek hareket edersen hiçbir zaman istediğini bulamazsın bunu unutma!

Koştum durmadan koştum, koşarken düştüm ama durmadım nefesim kesildi, susadım, midem bulandı ama duramadım güneş artık dur diye bağırırcasına daha da terletiyor ve yakıyordu beni. Kan revan içinde kalana kadar koştum, gözlerim artık puslu görüyordu her şeyi, başımda kocaman bir ağrıyla beraber dönüp baktığımda kulübe, orman, köy gözükmüyordu bile. Yolculuğumun başına dönmüşüm gibi hissettim. Şehirden kaçar gibi, buradan da kaçtım. Düzene uydum, doğaya karıştım, aşık oldum, kendimi buldum ama bunlarda bana yetmedi neydi peki bana o yetecek şey?.. Varoluşsal ne gibi problemlerim var? Egomu ve kendimi kabullenmeliydim belki de. Galiba aradığım, bulmam gereken tüm cevapları şu an toprağın üzerinde yatarken buluyorum. Varoluş… Fiziksel evren temelde, oyuncu ve şakacıymış. Ne olursa olsun bir zorunluluk yokmuş. Hiçbir yere gitmiyor! Varması gereken bir destinasyon yokmuş. Çünkü en başından beri kendimi kandırıyordum. Hayatı bir yere varmak amacıyla yolculuk etme, sonunda önemli bir yere varacağın yolculuğu veya başarıya ulaşmak ya da her neyse, hatta belki öldükten sonra cennete ulaşma, bir sona ulaşmaya benzer düşündüm, düşündük fakat bütün yol boyunca asıl noktayı kaçırdım. En başından beri bu yol müzikal bir şeydi ve şarkı çalarken bizim dans etmemiz ya da şarkı söylememiz gerekirdi. Fakat ben sonunu düşünerek tüm müzikali kaçırdım. Şimdi ise bedenim yavaşça, sakin bir huzurla toprağa karışıyordu. “Ruh aklı o kadar büyük ve güçlü olabilir ki artık sonunda bütün geçmiş beden yaşamları hakkında her şeyi bilir ve artık hiç mi hiç beden ölümü olmayacak bir yere gelirsin.” Sonsuzluğa karışmadan önce Güneş’in söylediği sözler kulağımda yankılanıyordu.

 

ecem.cevlik@bilgiedu.net

 

Yorumlar